cursor
   
 
  DÜŞÜNDÜRÜCÜ ÖYKÜLER

 




BABAMI İSTİYORUM

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki
çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.
Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para
kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen
adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi.
Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek
istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek
istiyorsan 20 milyon" diye cevap verdi. Bunun
üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç
verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip,
"Benim senin saçma oyuncaklarına veya
benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi,
derhal odana git ve kapını kapat" dedi.
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere
cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat
geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve
çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını
düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"...
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı...
Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye
sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi...
"Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana
az önce sert davrandığım için üzgünüm.
Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi...
Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler
babacığım"... Hemen yastığının altından
diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın
suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran
olduğu halde neden benden para istiyorsun?...
Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak
vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı
ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde
mahcup bir gülücükle paraları
babasına uzattı; "İşte 20 milyon...
Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."

BALON

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi
takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey,
"Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların
adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor
ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın
kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:

-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan
ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali
kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan
tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.
Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,
baloncu ona doğru dönerek:

-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan
birini sana veririm. Yapılan teklif,
yavrucağın aklını başından almıştı.
Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını
aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı.
Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan,
bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara
ulaştığında bir müddet onları seyretti ve
dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.
Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı.
Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa,
dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu.
İster istemez balonu yerinde bırakıp
aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı.
Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra,
dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde
kalsa da, bir balonum var ya artık..


BEBEK

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında
büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri,
kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla
bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar
gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu.
Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve
cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde :
"Dokunma bana ..." diye bir ses duydu.
"Beni okşamaya hakkın yok senin..."
Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı.
Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu.
Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü.
Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen
konuşan oydu. "Bana yaklaşmanı istemiyorum"
diye devam etti. "Hemen uzaklaş benden..."
Kadın, biraz olsun kendini toplayarak :
"Çocuklarımız hep erkek oluyor" dedi.
"Onlar da güzel ama kız çocukları başka.
Bu yüzden seni öpmek istedim."
"Beni öpemezsin" diye ağlamaya başladı bebek.
"Benim de seni öpemeyeceğim gibi..."
"Neden ?" diye sordu kadın."Neden öpemezsin ki ?"
Bebek, hıçkırıklara boğulurken :
"Bunun sebebini bilmen gerekir" dedi.
"Düşünürsen mutlaka bulacaksın..." Kadın, neler olup
bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi.
Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor
ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu.
Aile dostları olan tanınmış doktor,
odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini
vazodan çıkartıp kadına uzatırken :
"Geçmiş olsun hanımefendi" dedi.
"Başarılı bir kürtajdı doğrusu.
Ha..! Sahi, "kız"mış aldırdığınız bebek."

Cüneyt Suavi  


BİR MASAL GİBİ

Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu
bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için
zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.
Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda,
özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael"
diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için
onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak
devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima
seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun
yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez
hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine
bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını
vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat
ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi.
"Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar
Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.."
dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi..
"Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma
"Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden
aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.."
"Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip
ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin
adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş..
Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan
bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim
kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce
yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak
için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde"
dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses;
"Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu
ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..
Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş
saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl
ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..
Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi,
"Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle
seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu
meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm
diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha..
"Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz
ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak
sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.."
İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden..
"Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.."
Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız
"Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç
değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim..
Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran
hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın
cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde
görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten..
Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım
tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında
kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet
bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş
sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum."
"Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim.
İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum."
"Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım.
Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi?
Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.."
"Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun
telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım."
Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu
öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup
geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti."
"Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı.
Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..
Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah"
dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini
ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden..
"Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle..
"Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.."
"Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum..
Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael
Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar.
Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı..
"Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması
gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar.
Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael
beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık
bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de
lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı..
Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi…

Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan
76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında
keşke siz de bulunsaydınız… Altmış yıl önce bittiği
sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı
yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.




BİR ÖYKÜ

  Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

=========

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara,
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle... 



Kelebeğin Hikayesi

Bir gün, kırlarda gezintiye çıkan bir adam, kenara oturduğu otlardan birinin dalında , küçük bir kozanın varlığını fark etti. Koza ha açıldı ha açılacak gibiydi.


Adam , bunun bir kelebek kozası olduğunu tahmin ediyordu. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez diye düşündü; ve bir kelebeğin dünya yüzü gördüğü ilk dakikalara şahit olmak istedi.


Dakikalar dakikaları kovaladı , saatler geçmeye başladı , ama henüz kelebeğin küçük bedeni o delikten çıkmadı. Sanki , kelebeğin dışarı çıkmak için çaba harcamaktan vazgeçmiş olabileceğini düşündü.


Sanki kelebek elinden gelen her şeyi yapmış da , artık yapabileceği bir şey kalmamış gibi geldi ona. Bu yüzden , kelebeğe yardımcı olmaya karar verdi: cebindeki küçük çakıyı çıkarıp kozadaki deliği bir cerrah titizliğiyle büyütmeye başladı.


Böylece , bir-iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük , kanatları buruş buruştu. Adam kelebeği izlemeye devam etti; çünkü kanatlarının her an açılıp genişleyeceğini ve narin bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu.


Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Kelebek , hayatinin geri kalanını , kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de , asla uçamadı.


Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şey , kozanın kisitlayiciliginin ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için gereken çabanın , Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kisitlayiciligindan kurtulduğu anda onun uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olduğuydu.

Bu gerçeği öğrendiğinde , hayat boyu unutamayacağı bir şey de öğrenmişti: Bazen , hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey , çabalardır. Eğer Allah , hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi , o zaman , bir anlamda sakat kalırdık . Olabileceğimiz kadar güçlenemezdik o zaman . Ve asla uçamazdık.. 


BIRAKIP DA GİDENE...

  Burnu bir karış havada, gözü
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi...
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça...
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi...
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi...
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun "ölüm yıldönümü"dür.
17'sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz...
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
"Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim...
Allahım son defa göreyim yeter bana"
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi...
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına...
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle...
Hele hele o ilk satırı...
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
"İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!..."


ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...

Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...



 

DENİZ YILDIZI

Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden
bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...



DOLUNAY
Çoook çok eskiden, yeşil bir vadinin içinde
bir Irmak kıyısında kurulu bir köy varmış,
taa dünyanın öbür ucunda.
Çok eski dedik ya,
o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş,
yağmur yağmadıkça;
geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlar olmadıkça.
Köy sakinleri tarımla uğraşırlarmış,
hayvanlar avlarlarmış, uçsuz, bucaksız arazilerinden,
sularını, kaynağı çok uzakta olan köylerinin içinden geçen,
ırmaktan alırlarmış.
Köyde herkes birbirini sever,sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde, öyle büyük bir sevgi
varmış ki, bütün köyünküne bedelmiş;
Dolun'un İntera'ya olan aşkıymış bu.
Kız, Dolun'u bilirmiş de tanımazmış yakından.
Dolun dayanamamış; bir gün gitmiş kızın yanına,
sormuş İntera'ya onunla evlenip evlenmeyeceğini.
İntera demiş ki, Dolun'a: "Evlenirim evlenmeye ama
benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden
aynı şeyi ister benim babam. Ancak babamın
bu isteğini yerine getiren benimle evlenir.
"Dolun şaşırmış. "Sensin benim kalbimin sahibi"
diyerek başlamış sözüne "Senin dileğin benim için bir
emirdir, söyle isteğini hemen yapayım" demiş aşkına.
İntera demiş ki; "Bir çiçek vardır;
yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan,
onu ister babam, benle evlenmek isteyenden".
Dolun, "Bekle beni" demiş İntera'ya,"hemen
gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?
"İntera parmağıyla göstermiş akan ırmağı;
"işte bu ırmağın kaynağındadır der babam,
kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için
ama bir giden bir daha gelmedi şimdiye dek çünkü
oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş
çünkü, buralardan çok daha güzelmiş oralar.
Dolun; "Senden daha güzel ne olabilir ki,
bu dünyada" demiş İntera'ya "Döneceğim, o çiçekle,
döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz
anlamı olmaz benim için o güzelliğin".
Dolun çıkmış yola sonra.
Kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep
ne kadar sevdiğini düşünmüş İntera'yı yol boyunca.
Aklındaki İntera'ymış, tek amacı ise; o çiçek.
Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden,
yüzünü yıkamış ırmaktan,
anlamış çok yaklaştığını kaynağına
ırmağın suyunun serinliğinden.
Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış
kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir göl varmış
kaynakta, gölün ortasında bir adacık,
adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş.
Anlamış İntera'nın anlattığı çiçek olduğunu, güzelliğinden.
Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen.
Adaya çıkınca karşısında bir adam belirmiş Dolun'un.
Adam Dolun'a; "Her gülün bir dikeni, koruyucusu
olduğu gibi, bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer
almaya geldiysen; ben Salut, izin vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
"Ben o çiçeği alacağım sonra aşkıma kavuşacağım"
demiş. "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez".
"O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Salut...
"Sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım,
eğer halâ ikna olmazsan o zaman izin veririm
almana". Dolun ikna olmuş ve çökmüş
yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
"Eğer bir şeyi çok fazla istersen
ve engelin yoksa önünde; onu alırsın.
Hayat da böyledir, insan engelleri aşarsa
yaşamına devam edebilir. Bu çiçek de
sadece yaşam için bir şeyler yapacaksan
engelleri kaldırır önünden çünkü, onun da bir görevi
var. Bu çiçek, sadece 28 gecede bir açar
yapraklarını ve döker parlayan tohumlarını göle,
bu sayede buradaki sular yükselir ve
ırmaktan taşar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde
yaşar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar."
demiş Salut. Dolun başlamış düşünmeye,
eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine
ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında.
Sonunda çiçeğin başına çöker kalır Dolun.
Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun, çiçeğin.
Yanında İntera vardır ama niye mutsuzdur ikiside.
Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun.
Zaman geçtikçe Dolun'un düşünceleri
yoğunlaşır kafasında.
Mutsuzluğunu düşünür,
çiçeksiz, İntera'sız bir yaşam düşünür.
Koparamaz çiçeği günlerce Dolun,
artık yaşamaktan zevk almaz şekilde sadece
aşkını düşünerek beklemeye başlar olacakları.
Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken göle
bir tomurcuk da Dolun'un
sertleşmiş kalbinin üstüne düşmüş,
aniden Dolun kalbindeki aşkının
büyüklüğü kadar kocaman bir taşa dönmüş,
taş o kadar büyükmüş ki, dünyaya sığmamış,
gökyüzüne yükselmiş ve Dünya ile dönmeye başlamış.
Böylece Ay olmuş Dolun'un kalbi Dünya'ya.
O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş
Dolun kalbinin tüm yüzünü,
aşkının bütün parıltısını diğerlerine;
sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya'yı
aynı çiçek gibi...


HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."


DOSTLUK

İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming'di adı. Günlerden bir
gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir
de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp
duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi
çocuğu bataklıktan çıkardı ve acili bir ölümden kurtardı. Ertesi gün
Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat
indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini. ‘‘Oğlumu
kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum’’ dedi. yoksul ve
onurlu
Fleming ‘‘Kabul edemem!’’ diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan
çiftçinin küçük oğlu göründü. ‘‘Bu senin oğlun mu?’’ diye sordu aristokrat.
Çiftçi gururla ‘‘Evet!’’ dedi. Aristokrat devam etti: ‘‘Gel seninle bir
anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer
karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.
‘‘ Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim
gördü.
Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mari's Hospital
Tip Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adini penisilini bulan Sir
Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratin oğlu zatürreye
yakalandı. Onu ne mi kurtardı?

Penisilin!

Aristokratin adi: Lord Randolp Churchill.
Oglunun adi: Sir Winston Churchill.
Kurtaran doktor: Çiftçinin oglu Sir Alexander Fleming.

Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.
Hiç acı çekmemiş gibi sevin.
Hiçbir şey beklemeden verin.
Karşılığı nasıl olsa gelecektir.


" EN OLMAYACAK YERDE,
EN OLMAYACAK ZAMANDA
EN OLMAYACAK OLAY,
HER ZAMAN VE HER YERDE OLABİLİR."


MUCİZE....

Sally, küçük kardeşi George hakkında
anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman
yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu
kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı.
George'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla
kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.
Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını
duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu
sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally.
Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden
çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek
saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam
üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk
paraları. Sonra hepsini cebine koyarak
aceleyle evden çıkıp, köşedeki
eczaneye gitti.

Eczacının dikkatini çekebilmek
için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı
çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl
kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın
arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye
hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce
"Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et,
gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki
şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce
yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta,
bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak:
"Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak
bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç
paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve
acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm
küçük kız, biz burada mucize
satmıyoruz, sana yardımcı
olamayacağım" dedi.

Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi.
Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını
ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını
söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının
yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür
bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.
"Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen
yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta
ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin
de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam
"Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de
paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran
var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar
ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki
tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük
kardeşini kurtarmak için gerekli olan
mucize için yeterli bu para"
dedi, iyi giyimli adam.

Adam bir eline parayı aldı, öteki
eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni
yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye
sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum"
dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George
için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.
Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı.
Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ
yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:
"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu
maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally
kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça
malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam
tamına bir dolar ve onbir sent!

Çeviri: Nuray Bartoschek


EVLİYA

Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;

- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;

- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye
karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;

- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."

Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;

- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"

Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;

- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "

Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.

Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;

- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."

Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"

Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;

- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece." 



FİNCAN TAKIMI

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk
kapımı çaldılar: "Eski gazeteniz var mı bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına
gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler
vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size kakao yapayım"
dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.
Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki
soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin
önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım
işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti
bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...
Erkek çocuğu bana döndü "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu,gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere
kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız,
fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi
ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı.Pişirdiğim patateslerin
tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı,
bir eşim vardı ve eşimin de bir işi... Bunlar da fincanlarım ve fincan
tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin
önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların
sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi
halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim
de. Olur unutuveririm ne denli zengin
olduğumu...


GEÇ KALMAYIN !

Daha henüz 18 yaşındaydı ama hayatının sonundaydı.
Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı.
Kahır içinde eve kapatmıştı kendini...Sokağa çıkmıyordu.
Annesi, bir de kendisi. O kadardı bütün hayatı...
Bir gün fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa...
Bir yığın vitrin önünden geçti, tam bir CD satan dükkânı da
geride bırakmıştı ki, bir an durdu, geri döndü, kapıdan içeri,
gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı. Kendi
yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar... Hani,ilk bakışta
aşk derler ya, öyle takılıp kalmıştı işte...İçeri girdi. Kız,
gülümseyerek koştu ona; "Size nasıl yardım edebilirim?" diye.
Nasıl bir gülümsemeydi o...Hemen oracıkta sarılıp öpmek istedi
kızı... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele
birini işaret ederek; "Evet, şu CD'yi bana sarar mısınız?"
dedi. Kız CD'yi aldı, içeri gitti, az sonra paketle geri geldi.
Genç kızdan aldı paketi, çıktı dükkündan, evine döndü.
Paketi açmadan dolabına attı... Ertesi sabah gene gitti aynı
dükkâna...Gene bir CD gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve
getirdi, attı paketi dolaba gene açmadan...Günler hep alınıp,
sardırılan CD'lerle geçti. Kıza açılmaya bir türlü cesaret
edemiyordu. Annesine açıldı sonunda...Annesi; "Git konuş
oğlum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,bütün
cesaretini topladı, erkenden dükkâna gitti. bir CD seçti.
Kız gülerek aldı CD'yi, arkaya gitti paketlemeye.
Kız içerdeyken bir kâğıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz?"
diye yazdı, altına telefon numarasını ekledi,notu kasanın
yanına koydu gizlice. Sonra,paketini alıp
kaçtı gene dükkândan... İki gün sonra evin
telefonu çaldı... Anne açtı telefonu. Dükkândaki tezgahtar
kızdı arayan. Delikanlıyı istedi, notunu yeni bulmuştu
da... Anne ağlıyordu... "Duymadınız mı?" dedi. "Dün kaybettik
oğlumu." Cenazeden birkaç gün sonra anne, oğlunun odasına
girebildi sonunda. Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı,
oraya atılmış bir yığın açılmamış paket gördü. Paketleri aldı,
oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini açtı. İçinde bir
CD vardı, bir de minik not...
"Merhaba, sizi öyle tatlı buldum ki, daha yakından
tanımak istiyorum. Bir akşam birlikte çıkalım mı?
Sevgiler... Jacelyn "
Anne, bir paketi daha açtı, onda da bir CD ve
bir not vardı: "Siz gerçekten çok tatlı birisiniz,
hadi beni bu gece davet edin, artık.
Sevgiler...Jacelyn "



GÜL KIZ

Genç adam, işe giderken hergün yolunun
üzerindeki güllerle dolu bahçeye bakmadan
geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller içini
neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe
güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya
başladı . Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin
gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her
geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp
kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.

* * * *

Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı.
Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini,
içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin
arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.
Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri
kaçtı. Genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın
diye gayret eder gibi gözlerini sabit bir halde bir
güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin
etkisinde kalmış, sevdalandığını düşünüyordu.
Genç adam, artık hergün bir öncesine göre
biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm
umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan
bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu.
Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına
geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.

* * * *

Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi.
Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün,
daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam
gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.

* * * *

Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola
bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla
geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen
korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini
hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş
müydü !.. Genç kız yine hergün tüllerin arkasına
geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de,
artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.

* * * *

Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden.
Bir aydır yattığı hastaneden sonunda çıkmış,
ilk iş olarakta güllü bahçenin önüne gelmişti.
Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen
yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara
perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda
oynayan çocuklara sordu; "Bu evde kimse
yaşamıyor mu?" Bir çocuk; "İhtiyar bir kadın
yaşıyor." dedi. Genç adam cevabını duymaktan
korkarcasına, başka bir soru sordu ;
" Burda yaşayan genç kız ne oldu ?"
Çocuklardan biri atıldı; "O öldü."dedi, genç adamın
yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden
başka bir çocuk atıldı; "Verem olmuş, dün öldü."

* * * *

Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla
annesiyle babasının yanına koştu,
güller arasında, sallanan sandalyede
oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı;
"Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !.."
Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç
görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan
ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme
yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi,
yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu
bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı... 


GÜL YAPRAĞI

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini
aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli
olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan
açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan
sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı,
tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak
yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir
gül yaprağına her zaman yer vardı. 


HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu
bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.

Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor? Birisi nasıl
olduğunu sorsa; “Bomba gibiyim” diye yanıt verirdi hep..
“Bomba gibiyim.” Jerry bir doğal motivasyoncuydu...

Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,
Jerry yanına koşar, duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.

Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün Jerry’ye
gittim. Anlayamıyorum dedim.. Nasıl olur da, her zaman,
her koşulda bu kadar olumlu bir insan olabiliyorsun...
Nasıl başarıyorsun bunu?

Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki
seçimin var: Havan ya iyi olacak, ya kötü.. derim.
Havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda gene iki
seçimim var: Kurban olmak, ya da ders almak.

Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim.
Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde, gene iki seçimim var..
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını
göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.

Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani?
Evet.. Kolay dedi Jerry.. Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda bir seçim vardır. Sen her durumda nasıl
davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl
etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının
iyi ya da kötü olmasını seçersin...
Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..

Jerry’nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu, uzun yıllar
görmedim. Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek
yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.

Yıllar sonra, Jerry’nin başına çok tatsız bir şey geldi. Soygun
için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp, Jerry’yi delik deşik etmişler...
Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde, kurşunların bazıları hala vücudundaymış.

Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm.
Nasılsın? diye sorduğumda, Bomba gibiyim dedi
Bomba gibi. Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim.
Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm..
Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü.. Ben yaşamayı seçtim.

Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !..
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.
Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla
sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki
ifadeyi görünce ilk defa korktum.Bu gözler
bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam,
biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..

Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak
herhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..
Evet diye yanıt verdim.. Var.. Doktorlar ve hemşireler
merakla sustular.. Derin bir nefes alarak kendimi
toparladım ve bağırdım: Benim kurşunlara alerjim var !..

Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar. Tekrar bağırdım..
Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin.
Otopsi yapar gibi değil..

Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları
sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük
katkısı ile yaşadı. Yaşaması bana yeni ders oldu.

Hergün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız
ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..


Bu yazıyı okudunuz. Şimdi iki seçiminiz var:

1. Unutup gitmek.
2. Kesip saklamak,
fotokopisini çıkarıp, dostlarınıza dağıtmak..

Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayı tercih ettim.



İNSAN VE DÜNYA

  Adam,bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında bütün haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşündü. 

Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba oğluna söz vermişti bu hafta sonu sinemaya götürecekti ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim dedi sonra düşündü:

 -Ohh be kurtuldum en iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez.

         Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve “baba haritayı düzelttim,artık sinemaya gidebiliriz”dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hala hayretler içindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi:

 - Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı.

  İNSANI DÜZELTTİĞİM ZAMAN

DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELMİŞTİ.




İşte hayat hikayem...

Bir ilkbahar sabahıydı.
Güneş, pırıl pırıl altın ışıklarını
yer yüzüne yolluyordu.
Bu ışınları gören kozalardan
o sabah beyaz bir kelebek çıktı.
Çok büyük ve tül gibi ince
bembeyaz kanatları vardı.
Birden kendini bir bahçenin
çiçekleri arasında buldu.
Önce keşif uçuşuna çıkıp
bahçeyi dolaştı.
Sonra dinlenmek için
kırmızı bir güle kondu.
Dinlenirken, kanatlarını
dikleştirip birleştirmisti.
Etrafına baktı.
Doyasıya yeşilliğe daldı
saatlerce seyretti...
Dinlenmişti.
Şimdi dolaşma vaktiydi,
yaşamalıydı, önünde uzun zamanı vardı.
Ağaçlara uçtu. Çiçeklere kondu.
Mutluydu, özgürdü.
Herkes ona bakıp "ne güzel" diyordu.
Akşama kadar çiçekten çiçeğe,
daldan dala uçup durdu.
Güneş batarken
bir garip his kapladı içini,
artık öğrenmişti.
Sadece bir günlük olan ömrü bitmişti.
Son bir kez etrafına baktı.
Batan güneşe daldı.
Ve bi daha hiiiiç uyanmadı...


BİR KARDELEN MASALI...

Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış.
Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır,
güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir
renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o
mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.

Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp
gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın
arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler,
oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık
Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden
gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.

Nergis'te çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece
kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla
arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır,
ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine
tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.

Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş.
Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş,
kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde
imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu
saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.

Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa
annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık
olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış.
Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki
ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...

Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip
gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni
ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini
kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle
çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır
en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler,
eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla
onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp
koynunda gizlediği kutusuna atarmış.

Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en
güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder
yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek
tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı,
binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.

Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola
çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu
hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku
yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış.
Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden
ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha
yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce
heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.

Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki
arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar
atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup
da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin
varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete
geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye
başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş.
Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine
yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü
arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı
tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan
dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu
heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...

Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde
duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken
onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal
ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş.
Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor,
Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından
tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak
için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.

Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da
büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine
dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık
vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.

Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında
kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele
sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı
bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş.
Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş
ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.

Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler,
ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada
rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte
harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu
bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.

Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın
arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği,
beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da
yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer
çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı
şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını
alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış.
Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.

Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün
ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi
gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin
ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin
düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya,
istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in
çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını
düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir
övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki,
o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi
büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.

Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş.
Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve
pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük
bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip
getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.

Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların
açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar
çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını
açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok
yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için
o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla,
herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.

Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş.
O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca
büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise
olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam
ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı
tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak,
kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem
çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa
serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi
kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan
bozulup küflenmemiş mi?

Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece
ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış.
Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor,
diğer yandan içinde Fulya'nın yokluğundan kaynaklanan
büyük bir boşlukla tüm hedef veamaçları
tükenmiş bir şekilde avare esip duruyormuş...

Fulya, gördüklerine yaşadıklarına dayanamıyor büyük acılar çekiyormuş. Hele bir dahaki baharda hiçbir arkadaşının olamayacağını düşündükçe, Nergis'inin bile Rüzgâra
kapılıp gittiğini görmek, onu kaybettiğini bilmek Fulya'nın
büyük üzüntülerle hastalanmasına neden olmuş.
O incecik zarif boynu bükülmüş, günden güne sararıp
solmuş. Doğa anne üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor
en değerli yavrusunun gözünün önünde eriyip gitmesini,
hastalıktan ölecek hale gelmesini önleyecek çareler arıyormuş.
En sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen Dağ Fulyası'nın yanına gelerek, onun vaktinden çok
önce uyumaya başlaması gerektiğini söylemiş.

Fulya çiçek derin üzüntülerle minicik yüreği çok yorgun olduğundan henüz daha bahar aylarında olmasına rağmen
annesinin kollarında kolayca uyumuş.. Günler haftalar aylar boyunca hiç uyanmamış.. Böylece tüm yaz ve sonbahar aylarını uykuda geçiren Fulya bir gün kulağında Doğa annesinin
tatlı mırıltılarını duyarak gözlerini açmış. Yüreğinin nedenini
henüz bilemediği büyük bir huzur ve mutluluk ile dolu
olduğunu hissediyormuş. Gördüklerini anlamaya çalışıyor,
muazzam bir beyazlığın ortasında gözleri kamaşıyormuş.

Adeta tüm evren, bu güzel ve cesur çiçeğin yüreğini huzurla doldurmak istercesine büyük bir sessizlik içindeymiş. Karların Prensi ise büyük bir şaşkınlıkla kardan pelerinin altından
adeta yüreğini delip çıkan bu çiçek karşısında nefesi tutulmuş, gözlerine inanamayarak bu güzel çiçeğin yaşama yeniden gülümsemesini izliyormuş. Hayatında ilk kez böylesine
güzel bir çiçekle karşılaşmış. Zaten zavallıcık hayatı boyunca
hiç çiçek bile göremiyormuş ki, kış boyunca doğadaki
tüm canlılar kış uykusuna yatar, her yer derin bir sessizliğe gömülürmüş. Fulya da doğaya böylesine muazzam
güzellikler veren ve büyük bir huzur içinde uyumasını
sağlayan karlar prensine mutlulukla gülümsüyormuş.

Tüm ruhu ve incecik zarif gövdesi ile sadece karlar prensine yönelmiş, gözleri sadece onu görsün, yüreği sadece on duysun istemiş. İşte; o günden beri tüm doğa, Dağ Fulyasına
KARDELEN demeye başlamış. Zira, karları delip yeryüzüne çıkabilen tek çiçek Kardelen olmuş. Karların ve Karlar
Prensi'nin tek çiçeği ... Kardelenle Karlar prensi birbirlerine
hiç beklemedikleri bir anda kavuşmanın sevinci ile
sonsuza dek büyük bir mutlulukla yaşamışlar... 



KEDERLİ KIZ ARİANE...

Ariane, kıyılarında dalgaların kudurduğu, Naksos
adasında yaşıyordu... Aşktan nasibini alamamış kederli
kız Ariane, sevgilisi Theseus tarafından terkedilmişti.

Bu acıyla ağlayıp sızlıyor, Theseus'a beddualar ediyordu.
Bazen kıyıda kumlar üzerine uzanıyor, kumları gözyaşları
ile ıslatıyordu. Bazen de denize hakim yüksek bir kayaya
çıkıyor ve Theseus'u götüren mavi geminin uzaklarda
kayboluşunu tahayyül ederek, ayrılık gününü içi
yanarak anıyor ve bağırıyordu:

-"Theseus! Duygusuz, taş gibi bir yüreğin var! Seni
hangi dişi aslan dünyaya getirdi? Senin yanında ne kadar
mesuttum. Her şeye boyun eğen bir köle gibi sana hizmet
etmedim mi? Senin yorgun ayaklarını yıkayan ben değil
miydim? Yatağının üzerine erguvan renkli örtüyü kim
yayıyordu? Beni bu ıssız adada bırakıp gideceğine, babamın
evine götürseydin. Bundan sonra ben ne yapabilirim? Benim
kederimi kim dağıtacak, bana kim ümit ve teselli getirecek?
Kıyılarında azgın dalgaların gürültüler çıkararak parçalandığı
bu adada ben nasıl yaşayabilirim? Derin ve korkunç deniz
beni babamdan ve tanıdıklarımdan ayırıyor. Hayatımın
ilk baharında, bu kayalık, ıssız adada terkedilmiş
bir halde ölecek miyim?"

Bir gün, gönlünde sayısız kederlerin dolup taştığı güzel
saçlı bakire, bitkin bir halde kıyıya uzanmış ve kendinden
geçmişti. İşte tam bu sırada rüzgarda uçuşan sarı saçları
ile esrarengiz bir delikanlı, Naksos adasına çıktı.

Karaya ayağını basar basmaz, bu ıssız adanın güzel kızı
genç Ariane'i uykunun kolları arasında gördü.

Esrarengiz delikanlı, sonsuzluğun ve yalnızlığın kralı idi.
Uzay'ın uzanıp giden boş sesizliğine hükmediyordu.
Bütün bunlara rağmen yaşamdan mesut olmasını
biliyordu. Genç kralın gönüllerden kederi kovan,
muztariplere neşe ve teselli getiren bir tabiatı vardı.

Güzel Ariane'e baktığında kalbi heyecanla çarptı, iri gözleri
ile onun uyuyuşunu, bu güzel manzarayı doya doya seyretti...

Zavallı Ariane bir kayanın oyuğuna uzanmıştı. Uzun
saçlı başını sol kolunun üstüne koymuş, sağ kolu da
ilahi çehresinin parlak ve tatlı güzelliğini çerçeveliyordu.

Uyandığında genç kral ona yaklaştı:
-"Güzel peri kızı", dedi. "Sen şanlı bir kralın sevgilisi
olmayı hak etmeden evvel Theseus'un ümitsiz aşığı idin.
İlkbaharın neşesiyle canlanmadan önce kış soğuğu
ile uzun zaman uyumuştun." Böyle söylerken Kral,
elindeki tacı, hoşuna giden bu güzel kızın dalgalanan
saçları üzerine koydu. Fakat bu parlak taç, Ariane'in
alnına dokunur dokunmaz; uzadı, göklere kadar yükseldi.
Üzerinde bulunan kıymetli taşların, cevherlerin her biri,
gökyüzünde birer yıldız oldu. Kralın Kraliçesini bulmasının
ve birleşmelerinin hatırasını ebedi olarak saklamak için bu
yıldızlar tacı, gökyüzünde çakılı kaldı. Artık Genç Kral'ın
sonsuzluğu ve uzayın karanlığı yıldızlarla cümbüşlenmişti.

Ariane'in iffeti, yalnızlığı ve kalbinin hüznü ona
günün birinde sonsuz mutluluğu getirmişti. Bunun için
binlerce yıldır yıldızlar onlara bakmasını bilen
mutlu insanlara göz kırparlar......



KIRMIZI ARABA

Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı
yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu “Ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu,
kırmızı bir oyuncak arabam olmadı.” dedi.

Gayle’i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim
dondurmayı almak için sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm.

Yanına da bir not iliştirilmişti: "Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda
bu kumandalı araba sizin olabilir."

Hemen Gayle’in sözleri geldi aklıma. Bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp , verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle’e almalıydım.

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte
kazanmaktan ümidimi yitirmiştim.

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan
bir tanesini satmalarını rica ettim.

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına
baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi.

Ardından da gözlerimin içine bakarak:
"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz
bu arabayı? "diye sordu.

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan
söz ettim. Çok etkilenmişti. "İstediğiniz oyuncak arabayı
verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi. Yazdığım çeki masanın
üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim.

Ertesi günü Gayle’i ziyarete gittiğimde gözleri ışıl ışıldı.
Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla: "Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet
dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !"

Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime.
Açıp okumaya başladım:

"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide,
altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi içinde çok çabaladım
ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç
bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu için kendimi hep
şanslı hissettim. Gayle’de senin gibi bir dostu olduğu için
çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma"

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan.
Benim masasına bıraktığım çek de zarfın içindeydi.

Bonita L. Anticola
Çeviren : Nuray Bartoschek



KISSA'DAN HİSSE

Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a
çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan
bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem
şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli
kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den,
en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola
koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş;
ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.
Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur
dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli
vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim
sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar
nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben
menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep
uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında
durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.
inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını
kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla
bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?



KORKMAK

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için,sevmekten korkuyor.Sevilmekten korkuyor,kendisini sevilmeye layık görmediği için.Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor,eleştirilmekten korktuğu için.Duygularını ifade etmekten korkuyor,reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor,gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor,dünyaya iyi birşey vermediği için.Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için..

   W.SHAKESPEARE



KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.

Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.

Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı"yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"

Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.

Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,

Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.

Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.

Valerie COX



KÜÇÜK ÇİN BALIĞI

Birgün, bir denizde, onsekiz, yirmi metrede, küçük bir
balık yanaştı kulağıma... Balıkça bilirmisin dedi...
Bilmezmiyim... Hemen başımı salladım. Dinle dedi,
sana bir sır vereceğim... Neymiş o dedim...
Ağzımdan kabarcıklar merakla yükseldi... Aşığım dedi
küçük balık çok aşığım... İşte o günden beri
kıskanırım küçük balıkları için için...
Küçük balıkla dost olmayı düşledim...
Bir deniz kestanesi kırdım, mutlu düşleri, başka
bir balığın peşinde yedi, deniz kestanesini...
Adın ne senin dedim usulca.. Adım mı ? bilmem...
Benim adım yok, ben balığım dedi...
Peki sana küçük çin balığı desem olur mu? dedim...
Seni mutlu mu edecek dedi... Belkide eder kimbilir..
Peki benim adım küçük çin balığı olsun dedi, yüzdük,
yüzdük, yüzdük... Yoruldum dedim, biraz dinlenelim mi?
Yüzüme baktı, olur dedi küçük çin balığı... dinlenelim.
Niye yüzüme baktığını anlıyamadım, sorsam mı dedim;
soramadım, ağzımın ucunda bir soru kaldı ve küçük çin balığı
bunu farketti.. Toparlandım hemen, nereye yüzüyorduk?
Bir yerlere mi yüzmeliydik dedi, bilmem dedim gayriihtiyari
bilmem... Yüzüyorduk öylece dedi küçük çin balığı.
Yetmez mi ki, bu sana... Yeter, yeter dedim. Dedim ama..
İçimde garip bir şey kıpırdadı adını koyamadım. Öylece
yüzmeye devam ettik, öylece... Sanki yıllardır düşlediğim,
hedefi olmayan, sadece elini tuttuğumda içiminin ısındığı
bir sevda gibi.. Öylece yüzüyorduk...Ben, bir adam,
o, bir balık... Küçük çin balığı...
Sanki düşlerimi okudu istersen ayrılalım dedi...
Neden, nedenmiş o? İstersen ayrılalım ona yaklaşıyoruz..
O mu? O da kim?
Ne çabuk da unuttun... hani sırrım, hani aşık olduğum...
Bir yudum sessizlik düğümlendi içimde... Onca
sessizliğin içinde zamanımıydı şimdi? Neler oluyor bana...
Bu oksijen narkozu olmalı, biraz yukarı çıkmalıyım..
İki metre, evet evet.. İki metre yeter..
Vedalaşmadan mı gidiyorsun?
Ne diyebilirim, sen, bir düş değil misin...
Sen, benim düşlerimin küçük çin balığı değil misin...
Usulca süzüldü, yanağıma sokuldu,
soğuk suların tüm sıcaklığıyla...
Tüpüm bitmek üzere.. Çıkmalıyım.. Dönünce?...
Bekleyeceğim seni, kendine iyi bak,
böyle hüzünlü bitmesin dedi ve maviliklerin
içine doğru süzülüp kayboldu...
Anlamsız, içim boş, yükselmeye başladım.
Çıktığımda yanımdakiler telaşlıydılar... İyimisin?
Biraz şöyle uzan istersen... Ayşegül de belli etmemeye
çalıştığı panikle yanağımı tuttu, canım, iyisin değil mi?
Başımı salladım, gözlerine bakamadım... Herşeyi bir anda
eleveririm gibi... Vazgeçsen şu sevdadan, her seferinde
böyle beklemek... Vazgeçmek mi bu sevdadan dedim,
usulca, daha neresindeyim onu bile bilmeden....
kıyıya akşamın hüznü çöktü...
En sevdiğim saatlerde, keyifsiz yudumladım rakıdan..
Ayşegül, kadınsal içgüdüleriyle huzursuz,
bense bir balığa........Saçmalıyorum..
Hep istediğim şey oluyor, sistemli deliriyorum, evet...
Evet, işte böyle olsa gerek, sistemli deliriyorum...
Toplanıp gitmek istiyorum herşeyi.. Elbiselerimi, tüpümü,
herşeyi.. Ayşegül de dahil, herşeyi bırakıp gitmek istiyorum...
Anlamsız bir hırsla eşyalarımı topladım...
Valizim tıkış tıkış, içim de öyle.. Ve içimden kaçıp kopmak
geliyor yaşamdan, kopup esmek dağlara doğru...
Ama ya, ömrüm boyu, yakama yapışırsa küçük çin balığı...
Ya, yaşamım boyunca, soğuk suların sıcak öpücüğü gibi
rüyalarımı basarsa... Tüm bitiremediğim aşklarımdan
biri olursa. Düşüncelerime inanamıyorum.
Liseli gençlerin aşkı kokuyor... Yok yok...
Tekrar dalmalıyım, bu salakça düşü noktalamalıyım...
Sabahın ilk ışıklarıyla terleyerek uyandım. Elbiselerimi,
paletimi zor topladım. Sahilin ıssızlığında giyindim, henüz
güneşin ısıtamadığı sularda ürperdim. Yavaşça mavinin
büyüsüne bıraktım kendimi... Liseli heyecanım başladı.
Soğuk suların içinde ellerim terledi, ilk aşkımı hatırladım..
Aşkımı mektupta ilan edebilmiştim... O da kabul etmişti.
Sonra buluşmaya karar verdik. O nu ilk gördüğümde
düşecekmiş gibi olmuştum. Bunu nasıl da unutmuşum...
Dudaklarımın ucuna salakça bir liseli gülümsemesi yapıştı,
öylece süzülüyorum mavilere. Biran önce havamı
bitirip çıkmak ve bu salakça düşe son vermek için...
Binlerce balık süzülüp geçiyor yanıbaşımdan oraya buraya
dağılıveriyor... Ben se, küçük çin balığını arıyorum...
Belki de umutlarımı, küçüklüğümden beri kurduğum düşleri,
küçük olduğum için savaşamıyıp kaybettiğim aşkımı...
Kısacası kendimi arıyorum...
Ya ben dedi, küçük çin balığı yumuşacık bir sesle... Ya ben!..
Binlerce volta tutulmuş gibi sıçradım soğuk suların içinde.
Sular kaynadı, kaynadı da yaktı beni sanki...
Bir nefes daha almayasım geldi tüpümden,
öylece kendimi bırakıvermek maviliklere... Ama sen.. Sen,
diye şaşkın kekeledi küçük çin balığı... Sen bana... Evet,
küçük çin balığı, ben sana... İçimde yılların boşluğu doluverdi..
Bir söz, üstelik bir tamamlanmamış söz... Donduk, donduk da
kaldık sanki öylece. Laf bitti koskoca denizde. Laf bitti...
Nolucak şimdi dedim... Hiç dedi; yüzeceğiz.
Sen, daha mutlu. Ben, şaşkın ve düşünceli...
Neden şaşkın ve düşünceli diyemedim...
Unutma, ben aşığım dedi, şimdiyse şaşkın,
sen yıllardır düşlediğimsin, olamıyacak hayalimsin
ve işte karşımdasın, ansızın çıkıpgeldin, beni, çok
etkiliyorsun ama ben, yine de aşığım...
Yüzdük, lafın bittiği denizlerde...
Mavilikler bir garip, artık eski renginde değil.
Sanki, sanki küçük çin balığının pırıltıları solmuş.
Sanki, küçük çin balığı, tanımlıyamadığı
garip bir hüzün dalgasında sürükleniyor.
Elimi uzattım... Yüzüme dostça bir gülücük oturttum...
Oysa içim?.. Havam bitmek üzere...
Biliyorum dedi, benim de zamana ihtiyacım var, bunu da
sen biliyorsun, ama dostluğum hep yanında olacak...
Bakışlarımı gizledim, anlamlarını körelttim,
aklımı onda bırakıp, yukarıya süzüldüm ..
Ayşegül sahilde öylece hareketsiz...
Yanıma gelmedi, gittim yanına oturdum...
İkimizde denize dönük... Nasıl bir oyun bu dedi,
sesinin son enerjisi ile nasıl bir oyun bu?..
Bilmem dedim, bilmem... Belki de ölümcül.

Derleyen: BALCA 

KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp
hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya...

Aslında hep merak etmişti
denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.

"Dudağı yarıklar " denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü , insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları
hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa, şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden
bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.
Yürüdüm deniz kenarına
bir öpücük kondurdum başına,
iki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece baka-kaldı
Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
" Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki
küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar
hep bir umudum olsun diye... "


Melek Annem

Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan
bir bebek varmış. Bir gün Tanrı'ya sormuş:

-Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini
söylediler, fakat ben o kadar küçük ve
güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?

-Tüm meleklerin arasından senin için bir
tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak
ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün
şarkı söyleyecek ve gülümseyecek.
Böylece sen onun sevgisini
hissedecek ve mutlu olacaksın.

-Pekiiiii... İnsanlar bana birşeyler
söylediklerinde, dillerini bilmeden
söylenenleri nasıl anlayacağım?

-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en
güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana
konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.

-Peki Tanrım, ben seninle konuşmak
istersem ne yapacağım?

-Meleğin sana ellerini açarak
bana dua etmeyi de öğretecek.

-Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum,
beni kim koruyacak?

-Meleğin seni kendi hayatı pahasına
dahi olsa daima koruyacak.

-Fakat ben, seni bir daha
göremeyeceğim için çok üzgünüm.

-Meleğin sana sürekli benden söz edecek
ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.

O sırada Cennette bir sessizlik olur
ve düyanın sesleri cennete kadar ulaşır.
Bebek gitmek üzere olduğunu anlar
ve son bir soru sorar:

-Tanrım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen
çabuk söyle, benim meleğimin adı ne?

-Meleğinin adının önemi yok yavrum,
sen onu ANNE diye çağıracaksın
...


Kurdele

New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı. İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle"Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi.Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve ; "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti. O gün üst yönetici, süratsiz biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun "iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron ; " Tabi ki " şeklinde cevap verdi.Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi.Ekstra kurdeleyi verirken de ; "Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?...Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi... O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu. "Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi."Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar basarili olduğum için" göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi...Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor..."Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne takti.Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin...Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı...Bütün vücudu titriyordu...Basını kaldırdı, gözleri yas içinde olarak babasına baktı, ve : "Yarin intihar edecektim" baba, dedi..."Baba, ben senin... çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı.Sen baba, su an... oğlunun hayatini kurtardın!..."
Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakın unutmayın...

HEPINIZE YETECEK KADAR KURDELA VAR. SIZLER BULUNMAZ ARKADASLARSINIZ.
Bu yazıda benim size vermiş olduğum ek mavi kurdeledir.




ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER....

Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla
adaştı da. Rose... Gül... Kocasının sevgili Rose'u... Her yıl
Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla
süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan.
Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına
bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte..
Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı:
"Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum..."
Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden
ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?..
Zaten her seyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi,
yumurta kapıya gelmeden...

Gülleri özenle içeri taşıdı..saplarını kesti, vazoya yerleştirdi..
Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen
fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda
oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek
bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi..
Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi..
Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık
içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı...
Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ?

"Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz..
Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri
çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemisti.. Hep öyle
yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var.
Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı,
kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum..
Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..."
Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı.
Parmakları titreyerek zarfı açtı..

" Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart.. " Bir yıldır ayrıyız.
Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığınıı ve acılarını
hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim
kimbilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor.
Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika
bir eştin dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız.
Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum.
Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak.
Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve
kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da
seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin... Lütfen..
Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil,
biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim....

Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam
edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak,
eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra
emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip
seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
SENİ SEVİYORUM GÜLÜM..."



SERÇE VE GÖÇMEN KUŞUN HİKAYESİ

İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
Sadakatin adı ise; bir serçeye

Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber

Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.

Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...

Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
Ayrılmayacağız diye.

Ama kış gelmiş,
Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,

Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.

Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.

O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye benle beraber...

Başka bir bahara uçalım.
Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı

Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,
Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz

Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.

Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye

Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara...

Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış,
onun kanatları uzun uçuşlar için değil.

Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş

Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara

Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış

Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık.

Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.

Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye
birazdan okyanuslara varacağız

Serçe sevgisine uymuş ve
peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
Birazdan varmışlar okyanusa

Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları

Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi

Serçe artık dayanamıyormuş,
Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene

Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve devam etmiş........

Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...

Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ...
Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...



SEVEN ADAMLA PAPATYA

Sevgisiz insan, bir gün şans eseri bir çiçek
bahçesinde bulmuş kendini, bahçedeki
çiçekleri hiç düşünmeden ilerlemiş bir süre.
Bir düzlüğün ortasında mola vermiş bir ara.
Etrafına bakmış bir süre, hiç bir çiçek
bir şey ifade etmemiş ona. Sonradan yıkılan
bir ağaç görmüş ve onun yanında bir papatya.
Papatya kendinden emin, o köşede yıkılan
ağacın yanında çıkan rüzgara göğüs geriyormuş.
Papatya o kadar güzelmiş ki...Sevgisiz insan
sevgiyi tanımış. Buna şaşırmış. Alışamamış,
ne yapması gerektiğini bilememiş. Pek tabii
bildiğini sanmış... Papatyayı sevmiş, okşamış,
rüzgar ona zarar vermesin diye araya girmiş
oturmuş... Papatya bir süre tekrar dikleşmiş.
Papatyanın zarar görmesinden öylesine
korkuyormuş ki, böylesi bir güzelliğin sonsuza
dek sürmesini, o kadar çok istiyormuş ki...
Papatyanın, ellerine dokunduğu her an, onu
hissettiği her an kendini dünyanın en mutlu
insanı hissediyormuş... Sevgiyi öğrenen adam,
gerek papatyayı korumak için gerekse ona olan
doyumsuzluğundan dolayı papatyayı koparmayı
ve yanına almayı istemiş. Onu bu bahçeden
koparmak ona çok doğru gelmiş çünkü, onu
yanında hep koruyabilecek, sevebilecekmiş.
Papatyayı hiç düşünmeden çekmiş,
koparmaya çalışmış, papatya buna direnmiş,
direnmiş. Seven adam anlayamamış
bu direnci, daha da güçle yüklenmiş papatyaya.
Aklı o zaman neredeymiş, kim bilir...
Papatya gün geçtikçe solmuş, solmuş...
Adamın gölgesi onu öyle bir kapıyormuş ki,
soluk almasını engelliyormuş. İşin garibi
adam bunu görsede anlayamıyormuş,
papatya soldukça üzerine daha çok titriyor,
iyice kapıyormuş güneşini. Sevmeyi yanlış
öğrenen adam, en sonunda dayanamamış
ve papatyayı tüm gücüyle kendine çekmiş.
Tüm dünyaya ne mutlu.. Ve o salak adama
ne mutlu ki, papatya herşeye rağmen
direnebilmiş gücü kalmasa da. Ama bu
direniş o kadar büyük bir güç gerektirmiş ki,
o herşeyden çok sevdiği papatya boynu bükük
kalmış... Seven adam işte o noktada her şeyi
görmüş ve anlamış, yaptığının acısı ona
öyle bir koymuş ki, sendeleyip yere düşmüş.
Hayatında tanımadığı acıyı çekmiş adam.
Hayatta kendini ilk defa haksız, ilk defa
bencil, ilk defa küçük hissetmiş. Ağlamak
para etmezmiş, üzülmekte. Güneş de
hemen fayda etmezmiş papatyaya.
Sevmiş adam, bir çiçeğe nasıl davranması
gerektiğini görmüş gözündeki perdeler
kalkınca... Ağlayarak çiçeğin yanında durmuş,
rüzgara karşı kendini siper etmiş yine ama
çiçeği ne koparmaya çalışmış bir daha, ne de
üzerinde gölge etmeye... Papatya, tekrar mutlu
bir şekilde bütün asilliğiyle ve gücüyle dimdik
ayakta durana kadar bekleyecekmiş öylece,
yakınında olacakmış çünkü, çiçeğin ona ihtiyacı
olacağı bir zaman olursa o da o anda çiçeğinin,
papatyasının yanında olacakmış. Seven adam,
papatya onu bir daha hiç sevmese bile, onu
sonsuza dek sevecekmiş, çiçek isterse uzakta,
çiçek isterse yakında... Çünkü seven adam için
değerli olan tek şey varmış, o da çayırda
tek başına ayakta durmaya çalışan eşi benzeri
olmayan güzellikteki o tek papatya.


SEVİYORUM TANRIM !

İnanç Tarihi dersimin öğrencilerinden biriydi Tommy. Uzun saçlı, değişik
bir gençti. Sınıfta benimle en çok tartışan öğrenci oydu. Tanrı'ya kayıtsız
şartsız inanmayı kabullenmiyordu. Mezun olurken bana imalı, imalı;
-"Günün birinde Tanrı'yı bulacağıma inanıyor musun hocam? " dedi.
-"Hayır" dedim, yavaşça.
-"Yaaa" dedi. "Oysa senin, bu derste Tanrı'yı pazarladığını sanıyordum
hocam..." Kapıdan çıkıp gitmek üzereyken arkasından bağırdım:
-"Tanrı'yı bulabileceğini düşünmüyorum. Ama o seni mutlak bulacak bir gün,
eminim." Tommy, omuzunu silkip yürüdü... Mezuniyetten sonra izini
kaybetmiştim ki, acı haberi kendisi getirdi bana...Ölümcül kansere
yakalanmıştı. Odama girdiğinde; zayıflamış, çökmüştü... Kemoterapi,
o uzun saçlarını dökmüştü... Ama gözleri halâ pırıl pırıldı...
-"Birkaç haftalık ömrüm kalmış hocam" dedi.
-"Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
-"Tabii" dedi, "Ne öğrenmek istiyorsun?"
-"Sadece 24 yaşında olmak ve ölmekte olduğunu bilmek nasıl bir şey?"
-"Daha kötüsü olabilirdi... 50 yaşında olmak, kafayı çekmek, kadınlarla
beraber olmak ve müthiş paralar kazanmayı, yaşamak, sanmak gibi..."
Sonra niye geldiğini anlattı... "Okulun son günü sana Tanrı'yı bulup
bulamayacağımı sormuş; "hayır" yanıtını alınca şaşırmıştım. Sonra,
"ama o seni bulur" dedin... İşte bunu çok düşündüm. Doktorlar
ciğerimden parça alıp kötü huylu olduğunu söylediklerinde;
Tanrı'yı aramayı ciddiye aldım birden... Habis ur, diğer hayati
organlarıma yayılmaya başlayınca, sabahlara kadar dualar etmeye
başladım... Hiç birşey olmadı. Bir sabah uyandığımda; ilahi bir mesaj
alma yolundaki umutsuz çabalarımdan vazgeçiverdim aniden.
Ömrümün geri kalan vaktini; Tanrı, ölümden sonra hayat falan gibi
şeylerle geçirmeyecektim. Daha önemli şeyler yapma kararı aldım.
O zaman gene seni düşündüm... "En büyük mutsuzluk, sevgisiz bir hayat
sürmektir, bundan daha kötüsü de bu dünyadan, sevdiklerine
"Seni seviyorum" diyemeden gitmektir" demiştin...
Son günlerimi bu eksiği gidermekle harcayacaktım işte...
En zorundan başladım... Babamdan..." Oğlu yanına geldiğinde;
babası, gazete okuyormuş.
-"Baba, seninle konuşmam lazım" demiş Tommy.
-"Peki, konuş oğlum"
-"Yani, çok önemli bir şey..."
Babası, gazeteyi 10 santim indirmiş o zaman aşağı;
- "Neymiş o bakalım?"
-"Baba, seni seviyorum. Bunu bilmeni istedim." Tommy,
gülümsedi, arkasını anlatırken... Babasının elinden yere düşmüş
gazete... Hayatında hiç yapmadığı iki şeyi yapmış.
Tommy'ye sarılmış ve ağlamış... Sabaha kadar konuşmuşlar.
Babası, ertesi sabah işe gitmek zorunda olduğu halde...
"Annem ve kardeşimle daha kolay oldu" diye devam
etti Tommy... "Onlar da bana sarılıp ağladılar. Yıllardır bana
söylemedikleri, söyleyemedikleri şeyleri anlattılar. Bütün bunları
yapmak için bu kadar geç kalmış olmama üzüldüm sadece...
Ölümün gölgesi üzerime düşünce; kalbimi açıyordum,
bana, aslında çok daha yakın olması gereken insanlara..."
Nefes aldı Tommy..." Bir gün baktım, Tanrı, orada...
Hemen yanıbaşımda duruyor... Ona yalvardığım zaman,
bana gelmemişti. Onun kendi programı vardı, kendi bildiği gibi
yapıyordu. Gerçek olan şu ki, haklıydın...
Ben, onu aramaktan vazgeçtiğim halde, gelip, beni bulmuştu."
- "Tommy" dedim. "Sandığından çok önemli şeyler söylüyorsun, tüm
insanlığa... Sen, Tanrı'yı bulmanın en emin yolunu anlatıyorsun.
Onu, sadece kendine ayırmak, sadece ihtiyaç duyunca aramak
işe yaramaz... Ama hayatını sevgiye açarsan o, gelir seni bulur.
Bunu anlatıyorsun farkında mısın?" Devam ettim; "Tommy, bana
bir iyilik yapar mısın, bunları gelip sınıfımda da anlatabilir misin?"
Bir gün tespit ettik. Ama Tommy gelemedi o gün... Ölümle hayatı
sona ermemişti tabii... Şekil değiştirmiş, büyük bir
adım atmıştı sadece... İnanmaktan, görmeye geçmişti...
Ölümünden önce son bir defa konuşmuştuk.
-"Söz verdiğim derse gelemeyeceğim, halsiz ve bitkinim hocam" demişti..
-"Anlıyorum Tommy !"
-"Benim yerime onlara sen anlatır mısın hocam, sen anlatır mısın?
Herkese, bütün dünyaya, benim için anlatır mısın?"
-"Anlatırım Tommy" dedim. "Anlatırım, merak etme!"

İnsanlara; "Seni seviyorum" demek için, ölümü beklemenize
gerek yok, şimdi, hemen şimdi başlayabilirsiniz...
Başlayın ki, hayatınız güzelleşsin, zenginleşsin..

Hem, şimdi başlamazsanız,
belki de hiç söyleme şansınız olmayabilir..


ŞANSSIZ BİR ADAM

Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki,
doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız,
gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı.

Bir süre önce çalışmak için Fransa'da bulunmuş ve dönmüş olan bir
teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi.

Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla
dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar,
böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı.

Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca
sözcüklerle; İtalyanca'da "hiç şansım yok" anlamına gelen şu yazı yazılıydı:
"Pas de chance" göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin
bıçağı gibi görünüyor, teknisyende sonunun böyle biticeğini söylüyordu.
Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı.

Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes
benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider.
Demek ki şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor,
ya da dünyanın benimle alıp veremediği var.

Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye
çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur.

Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı
tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak
çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan
bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında,
içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı.

Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı.
Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı.
Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir
adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi.
Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim.

Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım,
çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere
her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım
artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarın
tüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu
çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum.

Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder
hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi
olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor
diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve
tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş
boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi.

Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya
başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında.

O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de
yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için
dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı.

Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve
o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın
camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu.
Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas
bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum
ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim.

Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar
verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir
lehimci dükkanı açmayı tasarladım.

Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm
tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim.
Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri
ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç
lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım:
"Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden
fiyat bildirilir." İş, çabucak iyi gitmeye başladı.

O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski
evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci
her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca
halk su tesisatçısına Tanrı'ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının
su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon
ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler.

Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi
geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan
küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum
ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım.

Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı,
bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı
bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü.
İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı
göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım.

Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama
yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim.
İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan
boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri
beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum.

Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı
bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci
oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım .

Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük
söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne
geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba,
sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan
bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak
kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım.

İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk
bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha
taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım.

Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi,
birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at
kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor,
bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum.

Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile
bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız
çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı.

Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü
özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için
bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi
ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum.

İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında
haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus'u andıran esmer derisi ve
kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak
için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum.

Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi
için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve
sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana
gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız
olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve
dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım.

Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi
onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle
dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek
mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak
tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı.

Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş.
Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni
dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu.
Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim.

Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak
istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı
katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte.
Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki,
şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım.

Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı
çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim.
Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık
taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım.
Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim.

Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini
gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: "Oh! ne görüyorum, ne görüyorum". Beni bir korku
aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: "Oğlum siyah mı siyah bir yıdız...
Herkes senin kötülüğünü istiyor". "Eee öyleyse?" diye sordum.
"Öyleyse cesur ol ve Tanrı'ya inan" dedi. "Fakat
ben" diye itiraz ettim, "Ben her zaman görevimi yaptım".

O, "Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor...Böyle olunca görevini yapman
neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol".
O zaman yanıtladım:
"Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter.
Gerisi beni ilgilendirmez".



TATLI CADI!!

Kral Arthur, bir soruya doğru cevap verebilirse hayatı
kurtulacak, aksi takdirde ölecektir. Soruya cevap verebilmesi
için 1 sene süresi vardır. Soru aynen söyledir:

KADINLAR NE İSTERLER?

Bu soru tabi ki, dünyanın en zor sorusu. Ancak,
kralın fazla bir tercih şansı yoktur.
Ülkesine geri döner. Türlü alimlere, bilir kişilere danışır
ama soruya tam bir doğru yanıt bulamaz.
Bu sorunun cevabını sadece yaşlı bir cadı bilmektedir.
Artık en son gün gelmiştir ve Arthur mecburen cadıya gider.
Cadı soruya cevap verecektir ancak bir şartı vardır.
Cadı cevap karşılığında Arthur'un yakın arkadaşı,
en iyi ve yakışıklı şövalyesi ile evlenmek istemektedir.
Arthur yıkılır ve bunu kabul edemeyeceğini söyler
ve cadının yanından ayrılır. Şövalye olanları duyar,
krala koşup hiçbir şeyin Arthur'un hayatından daha önemli
olamayacağını söyler. Ve cadıdan cevabı alırlar.

KADINLAR HER ZAMAN KENDI ÖZGÜR
İRADELERİYLE KARAR ALMAK ISTERLER.


Evet kesinlikle doğru olan bu cevap sayesine kralın
hayatı kurtulur ancak, şövalyenin hayatı sönmüştür.
Nihayet şövalye için en kötü an yani,
gerdek gecesi gelir. Ancaaaakk...Odaya girdiğinde
karşısında cadı yerine dünyanın en güzel kadınını görür.
Şövalye şaşırır ve sorar. "Sen kimsin?".
Kadın cevap verir:. "Ben evlendiğin cadıyım.
Ancak gündüzleri son derece çirkin ve geceleri
son derece güzel olurum. Ya da, gündüzleri
son derece güzel ve geceleri son derece çirkin olurum.
Nasıl gözükeceğime sen karar vereceksin".
Şövalye çok kısa bir süre düşünür.
Geceleri mükemmel bir sevgili mi yoksa
gündüzleri eşiyle beraber kazanacağı saygınlık mı?
Ve şöyle cevap verir: "Nasıl olmak istediğine sen karar ver
lütfen, ben senin her haline karşı saygılıyım."
Cadı bu karar karşısında çok sevinir. "Sen bana
seçme özgürlügünü verdin ve beni kısıtlamadın şövalyem.
Bu yüzden ömür boyu yanında güzel ve
saygılıbiri olarak gözükeceğim".
sonuç ?

KADINLAR, İSTER, SON DERECE GÜZEL...
İSTER, SON DERECE ÇİRKİN OLSUN...
HERZAMAN CADIDIRLAR ...
:))))
AMA TATLI...


VARIM !

Saatlerdir bilgisayarın başında oturuyordu, hala beklediği mail
gelmemişti. Silkindi. Kaç saat olmuştu bilgisayar başına oturalı?
Oooo! İki saatten fazla olmuş, koskoca iki saat? Arkadaşları
yemeğe davet etmişti, Sinan sinemaya, oda arkadaşları ise fal
partisine.. Hiçbirini kabul etmemişti. Şimdi bu ücra internet
cafede gelecek o maili bekliyordu. Daha ne kadar sürecekti?
Kimbilir belki, bugün hesabına bile girmemişti, girmeyecekti?
Girse bile yazacağı daha önemli insanlar vardı belki... Belki de
onun ona önem verdiği gibi o, ona önem vermiyordu? Yok canım!
O da en az Sevgi kadar değer veriyordu Sevgi'ye, yazdığı her
mesajın karşılığı ertesi güne geliyor, hadi ertesi gün olmadı
birkaç gün içinde gecikmenin özürünü de içeren mail hesabında
bekliyordu Sevgi'yi. Aylar olmuştu yazışmaya başlayalı,
bir kez bile aksamamıştı mailler. Ta ki, bu haftaya kadar.
Hafta başından beri tek bir satır gelmemişti ondan. Tuhaf!
Oysa kendisi yazacak bir şey bulamasa - ki, bu da ayda yılda
bir olurdu- forward edilmis mesajlar gönderirdi, güzel sözler,
fıkralar ya da ufacık bir e-kart. Üçüncü gün dayanamamış,
onu merak ettiğini söylediği bir mail göndermişti: Heeeey,
öldün mü kaldın mı? Haber verseneeeee! diye şakalaşmıştı
üstelik. Ses seda yoktu yine karşı tarafta, beşinci gün
iyiden iyiye meraklanır olmuştu, hatta bir sapığın onun
hesabına girip gelen mesajları ondan önce okuyup sildiğini
bile düşünmüştü. İyisi mi oturup bütün gün bekleyecekti
bilgisayar başında, hem içinde de bir şüphe kalmayacaktı
böylece. Bugün sekizinci gün de bitmişti. Yine en ufak bir yazı
bile gelmemişti. Unuttu beni diye geçirdi içinden. "Tabii, ne
bekliyordun ki!" diye kızdı kendi kendine. Alay etti bir süre bu
çocukluğuyla. Hiç görmediği, sadece yazılarıyla, şiirleriyle
tanıdığı biriydi karşıdaki ve hep öyle uzakta öyle bilinmez
kalacaktı. Ne bekliyordu ki? Kendisi de bilmiyordu. Hayalinde
bu yazıları yazan kişiyi bir türlü canlandıramıyordu. Ne zaman
gözlerini kapasa sadece bir çift el görüyordu, klavyenin tuşlarına
dokunan güzel parmaklar... Bu elin kime ait olduğunu görmeye
çalışıyor, didiniyor ama hayali bir anda dağılan sis gibi yok
oluyordu. Ertesi gün soluğu yine bilgisayar başında aldı. Bekledi,
bekledi. Birkaç arkadaşından gelen mailleri yanıtladı hemencecik.
Aslında böyle beklemek fena da olmuyordu hani. Zaten tatildeydi
yapacak başka bir işi yoktu, arkadaşlarından çoğu eve dönmüştü
kalanlar ise onu çağırsa da o pek istemiyordu. Bu düşüncelere
dalmışken yeni bir mesaj geldi. Hayret adres pek yabancıydi ona.
Biraz tereddüt ettikten sonra yüreği korku içinde açtı. Mail,
"merhaba ben Akın'en yakın arkadaşıyım. Kendisini trafik kazasında
kaybettik, telefon defterinin arasında sizin mail adresinizi bulduk ve
haber vermeyi uygun gördük. Başımız sağolsun" diyor ve devam
ediyordu ama mailin devamı onu ilgilendirmiyordu artık.Okuyacağını
okumuştu zaten. Kaçıncı ölüm haberiydi bu, bu kaçıncı değer verdiği
insandı yitip giden? Bazen bütün uğursuzluğun kendinde olduğunu
düşünüyordu. Sonra saçma geliyordu düşündükleri, ama ne
farkederdi ki, işte cok sevdiği, her gün yazdıklarıyla onun gününe
renk katan o kişi artık yoktu. Kötü bir şaka olamaz mıydı?
Ne yapacaktı şimdi? Beklediği mail gelmiş miydi? Ne yani
kalkıp gidecek ve bir daha gelmeyecek miydi? Bir daha o güzel
mesajlari hiç göremeyecek bir daha o elleri hayal edememenin
üzüntüsüyle doğruldu. "Cebinden size henüz yollamadığı,
yollamak için doğum gününüzü beklediği bir şiir bulduk.
Tıpkı sahibine ulaşmamış bir mektup gibi
duruyordu oracıkta. Aşağıda onun sizin
için yazdığı son şiiri bulacaksınız.

VAR MISIN ?
Biliyorum şaşıracaksın
Son sözler gibi gelecek kulağına
Yoo yanılmıyorsun.
Son sözler bunlar.
Bu uzaklığı kaldırmak için ortadan
Sadece bir ufacık his'tik, sen bana ben sana
İki satır lâf, iki mısralık şiirdik
Bir gülücüktük
Bir soru isareti
Oysa daha fazlasını istemek bencillik mi?
Anla artık!
Sözler var ama satırlar yetersiz
Düşünceler var ama sayfalar yetersiz.
Duygular var ama mısralar yetersiz.
Anla artık biliyorum bir sen var, bir de ben
Uzak uzak yerlerde ayrı ayrı şehirlerde.
Ama desem ki, sana:
Biz demeye var mısın?
Desem ki, ne sen olsun, ne de ben.
Bir biz olalım.
Var mısın ?

Akın Yıldız

Şaşırmıştı, istemezdi etraftakilerin gözü önünde ağlasın.
Hiç adeti değildi ne de olsa. Oysa Akın hep nasıl hissediyorsan
öyle ol başkalarını boşver derdi. İşte her zamanki gibi yine
dinlemişti onun sözünü. Demek o da aynı şeyleri hissetmiş,
o da artık bu uzakığı kaldırmak istemişti. Doğumgünü geçmişti,
hem de yine bilgisayar başında. Yeni bir yaşa daha girmişti işte,
yepyeni bir yaş, yepyeni umutlar, acılar, mutluluklar. Her yaş
olgunlaştırırmış biraz daha insanı, belki de en çok bu yaşa
girdiğinde olgunlaştığını anlayacaktı yıllar sonra
arkasına dönüp baktığında kimbilir... Akın! Kahretsin, seni
şimdiden özledim diyerek hıçkırıklara gömüldü. Neden sonra
eli yanıta gitti. Akın'a geç kalmış bir yanıttı bu.
Sadece tek bir sözcük yazdı :
VARIM ! 



YALNIZ ADAM ve KIRLANGIÇ

Karlı bir kış günüymüş...
Yağan kardan üşümüş küçük kırlangıç,
yalnız bir adamın penceresinin dışına gelip
gagasıyla camı tıkırdatmış, adeta adamın onun
içeri girmesine müsade etmesini istemiş.

Yalnız adam bu isteği görmüş, "olmaz alamam,
git başımdan" der gibi kuşu kovalamış, sonra da
kendi kendine söylenmiş;"Hıh, camı tıkırdatmakla
kendisini içeri alacağımı mı sanıyor acaba..?"

Gecenin ilerleyen saatlerinde canı sıkılmış,
rüzgar ve soğuk arttıkça yalnız adamı
daha başka düşünceler sarmış,
kırlangıcın arkadaşlığını
geri tepmekten biraz pişmanlık duymuş...

"Keşke kuşu içeri alsaydım.
Ona biraz yiyecek verirdim. Minik kuş
oradan oraya uçar, neşeli sesler çıkartır,
cıvıldar, yalnızlığımı paylaşırdı. " demiş.

Ertesi sabah ilk iş pencereyi açıp,
etrafına bakınmış adam, belki kırlangıç
oralarda bir yerlerde olabilir diye düşünmüş.
Ama görememiş zavallı kırlangıcı...

Uzun kış geçmiş, yine yaz gelmiş...
Etrafta kırlangıçlar, cıvıldıyarak uçmaya başlayınca;
yalnız adam, heyecanla camını sonuna kadar
açıp kuşu beklemiş... Ama hiç gelen olmamış.

Onun hevesle havada uçan kuşlara
baktığını gören komşusu hikayeyi öğrenince
hafif buruk bir sesle: "Sevgili komşum, anlaşılan
sen kırlangıçların sadece 6 aylık bir ömürleri oduğunu
bilmiyordun?" demiş. Bunu işiten yalnız adam çok üzülmüş
ama üzülmek için de artık geç kaldığını anlamış...

***

Dikkatli olun...
Farkında olun...
Kendinize bir sorun...
Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız?

Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar
size sunulan bir dostluğu?

Hayatta bazı fırsatlar vardır ki,
sadece birkez karşımıza çıkar,
değerini bilemezsek kaçıp giderler.
Ve asla geri gelmezler.... (



YAŞADIĞINIZ HER GÜN ÖZELDİR !

Eniştem; kızkardeşimin tuvaletinin en alt gözünü açtı ve
ince kağıda sarılmış bir paket çıkardı. "Bu" dedi, "sıradan
bir çamaşır değil." Kağıdı açtı ve çamaşırı bana uzattı.
Zarif ve ipekliydi. Kenarları elişi dantelle süslenmişti .
Astronomik bir fiyat taşıyan etiketi hala üstündeydi.

"Jan bunu New York'a ilk gittiğimizde almıştı. Nereden
baksan sekiz, dokuz yıl olmuştur. Hiç giymedi.
Özel bir gün için saklıyordu." Çamaşırı benden aldı ve
cenaze evine götürmek üzere ayırdığımız diğer giysilerle
birlikte yatağın üzerine koydu. Bırakırken eli bir an
yumuşak kumaşı okşar gibi oyalandı. Tuvaletin gözünü hızla
kapattı ve bana döndü ve dedi ki : " Hiçbir şeyini özel
bir gün için saklama. Yaşadığın her gün özeldir."

Cenazeyi izleyen günlerde enişteme ve yeğenime
beklenmeyen bir ölümün arkasından yapılması gereken
tüm üzücü işlerde yardımcı olurken sık sık bu sözleri
hatırladım. Kardeşimin ailesinin yaşadığı şehirden
California'ya dönerken uçakta yine bu sözleri düşündüm.
Kardeşimin göremediği, duyamadığı veya yapamadığı
bütün şeyleri düşündüm. Hala eniştemin sözlerini
düşünüyorum ve hayatım değişti.

Artık daha çok okuyor, daha az toz alıyorum.
Balkonda oturup bahçemi seyrediyorum, uzayan çimlere
aldırmadan. Ailem ve dostlarımla daha çok vakit geçiriyorum ,
iş toplantılarında daha az. Mümkün olduğu kadar sık
"hayatın katlanılması gereken bir dertler zinciri yerine zevk
alınacak olaylar silsilesi olarak görülmesi" gerektiğini
hatırlatıyorum kendime. Her anın güzelliğini duyumsayarak
yaşamak istiyorum. Hiçbir şeyimi özel günler için saklamıyorum.

Kıymetli tabak çanağımı her "özel" olayda kullanıyorum.
Birkaç kilo vermek, tıkanan lavaboyu açmak, bahçemde ilk
açan çiçek gibi özel olaylarda.. En pahalı ceketimi canım
isterse süpermarkete giderken giyiyorum. Teorime göre eğer
zengin görünürsem, küçük bir torba erzak için o kadar parayı
daha rahat ödeyebilirim. Pahalı parfümü özel partiler
için saklamıyorum. Mağazalardaki tezgahların ve banka
memurlarının burunları da, en az parti parti gezen
arkadaşlarımınkiler kadar iyi koku alır.

"Birgün" kelimesi dağarcığımdaki yerini kaybetti.
Bir şey, eğer görmeye, duymaya veya yapmaya değerse, onu
şimdi görmek , duymak ve yapmak istiyorum.

Hepimizin "Yaşayacağımıza garanti gözüyle baktığımız
yarını görmeyeceğini" bilseydi eğer kızkardeşim, neler
yapardı kimbilir ? Sanırım aile fertlerini veya yakın
arkadaşlarını arardı. Belki eski birkaç arkadaşını arayıp
aralarında geçen sürtüşmeler için özür dilerdi.

Belki bir lokantaya en sevdiği çin yemeğini ısmarlardı.
Bunların hepsi birer tahmin. Kardeşimin neler yapamadan
öldüğünü hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ya ben ?..
Eğer sayılı saatimin kaldığını bilseydim, yapamadığım şeyler
olduğu için kızardım. Yazmayı ertelediğim mektupları yazmadığım
için kızardım. "Bir gün ararım" dediğim dostları görmediğim
için kızardım. Eşime ve kızıma onları ne kadar çok sevdiğimi
yeterince sık söylemediğim için kızardım. Artık hayatlarımıza
kahkaha ve renk katacak hiçbir şeyi yarına ertelememeye,
duygularımı dizginlememeye çalışıyorum.

Ve her sabah gözlerimi açtığımda kendime o günün
"Özel bir gün" olduğunu söylüyorum. Her gün,
her dakika, her nefes gerçekten Allah'tan bize bir armağan.

ANN WELLS


YAŞAM NEDİR ?

Gökyüzünde dünyayı yaşarken sonsuz özgürlüğümle birlikte,
yaşamı arıyordum ne olduğunu bilemeden... Bir su damlasıydım, güneşin ışıklarında renklerle oynayan, karanlıklarda
yıldızlarla konuşan... Mutluydum rüzgarla birlikte
maviliğe savrulurken, mutluydum kuşlarla kanat çırparken,
mutluydum gökkuşağı olup renkleri saçarken...

Takılmışken bir bulutun peşine, görürdüm yaşayanları
yeryüzünde... Hepsi zamanla koşar gibi, hep bir şeylerin
peşinde... Bazen bir kuşun kanadına karışır,
uçardım onunla, rüzgâra karşı çığlıklarla birlikte.

Yaşamı sorardım kuşlara, nedir diye? Özgürlük derlerdi bana... Göklerde özgürce kanat çırpabilmek, rüzgâra baş kaldırmak. Ama
yağmur yağdığında özgürlükleri elinden alınır, ağırlaşan kanatları
daha fazla çırpınamazdı damlalar karşısında... Sığınırken bir kaya
kovuğuna, özgürlüklerini teslim ederlerdi yağmura, sessizce...

Karıştım bir gün yağmur damlalarının arasına, gücü hissedebilmek için...Toprağa karışmak istedim, çoğalmak istedim, azgın bir nehir olup akmak istedim, deniz olmak istedim, yaşamı bulmak istedim, yaşam olmak istedim... Terk ettim gökyüzünü güneşe veda edemeden... Altımda gittikçe büyüyen yeryüzü beni kendine doğru hızla çekerken daha da büyüdüm, çoğaldım. Koşmaya başladım bir an önce toprağa kavuşabilmek için. Yaşamı hissedebilmek için... Yaşam olabilmek için...

Toprağa ilk dokunuş, ilk sarılış... Sıcaktı toprak, gökyüzünün
olamadığı kadar... Beni sarmaladı şefkatle, beni içine aldı sevgiyle...
Sevdim onu... Seviyorum dedim yaşamayı seninle birlikte...Toprağın
derinliklerinde, karanlık sıcaklıklarda güveni hissettim... Zaman
geçtikçe büyüdüm, çoğaldım... Yerimde duramaz hale geldim...

Güneşi özledim... Yıldızlara merhaba demek istedim.... Terk ettim
toprağı. Sıcaklığını, şefkatini. Bir sabah çiçekler açarken gökyüzünü
gördüm yeniden... Öylesine mavi, öylesine sınırsız, öylesine özgür...

Aktım, gittikçe büyüyerek... Beni sarmalayan toprağa dokunarak
aktım... Nereye gittiğimi bilemeden... Sadece yaşamı ögrenebilmek
için aktım... Benimle çiçekler açtı ağaçlarda, topraktan otlar fışkırdı
delicesine... Ben onlara yaşamı sunarken, cevap veremediler bana
yaşam nedir diye sorduğumda... Büyümek istedim... Daha hızlı
akmak, denize kavuşmak istedim... Aktım gökyüzünün görünmediği
ıssız ormanların arasından, yıllardır kımıldamaktan korkan taşları
peşimde sürükleyerek, başkaldırırcasına ... Başakların rüzgârla dans
ettiği ovalara geldiğimde duruldum... Onları seyredebilmek için
yavaşladım... Sordum uçuşan kelebeklere yaşamı... Rüzgarla dans
mı diye?.. Cevap vermediler bana... Denizi aradım uzaklarda,
görebilmek için köpürdüm, taştım ona bir önce dokunabilmek için.

Sonra bir sabah, daha güneş ışıklarını serpmeye başlamamışken
dünyaya, uzaklarda maviliği gördüm... Gördüm orada canlılığı,
başkaldırmışlığı, hasreti... Kavuşmak istedim bir an önce, sarılmak
istedim... Koynuna girmek istedim bir sevgili gibi... Sevişmek
istedim onunla... Yaşamı istedim ondan... Dokunduğumda denize,
balıklar kaçtı benden, suyum karıştı denize... Bir oldum onunla...

Ufacık bir damlaydım, bulut oldum, toprak oldum, deniz oldum,
okyanus oldum. Kapladım dünyayı canlılığımla. Dalgalarla oynarken derinliklere karıştım... Derinliğin sessizliğinde güzellikleri
buldum... Yaşam gizlenmiş güzellikler midir diye sordum denize?
Cevap alamadım... İnsan olmak istedim... Yaşamın ne olduğunu
öğrenirim diye...Döl oldum genç bir erkeğin ateşli vücudunda...
Yıldızlı bir gecede can oldum bir dişiyle... Büyümeye başladım
içinde olduğum insana fark ettirmeden... Büyüdüm, büyüdüm...

Aynı toprak gibi sıcak ve karanlık bu yer bana güven verdi, huzur
verdi... Zaman geçtikçe, yerime sığamaz hale geldim... Güneşe
sarılmak istedim... Yıldızları görmek, denizle konuşmak istedim...
Yaşamı insanlara sormak istedim... Işıkla tekrar kavuştuğumda
özgürlüğümü hissettim yeniden... Küçük bir su damlasıyken
gezdiğim gökyüzünü yeniden görebilmek mutluluk verdi...

Büyüdüm zamanla... Diğer insanlarla birlikte, zamanla birlikte...
Sordum insanlara yaşam nedir diye?.. Cevap veremediler...
Bir gün aşık oldum birisine, neden diye sormadan kendime...
Bir kuş gibi özgürce, bir nehir gibi delicesine akarak,
bir deniz gibi sınırsızca sevdim birisini...
O zaman anladım ki; YAŞAM SEVGİDİR...
SADECE SEVGİ.
 



Yılan ve Adam

Çok eskiden köyün birin de bir yaşlı evliya ve fukara oğlu yaşarmış bu köyün
hemen karşısın da da çok ama çok yüksek bir de dağ varmış ve bu dağın tam
tepesin de için de bir yılan bulunan bir kuyu var imiş ne zaman bu yaşlı
evliyanın başı derde girse bu yılanın yanına gider ve yılan da ona bir altın
lira verirmiş gel zaman git zaman artık yaşlı adam oraya çıkamaz hale gelmiş
ve bir gün oğlunu yanına çağırmış ve demiş ki bak oğlum o dağın tepesin de
bir kuyu var oraya git kuyudan bir yılan çıkacak benim oğlum olduğunu söyle
ve sana vereceği emaneti al ve bana getir demiş oğlu da tamam baba deyip
koyulmuş yola kuyunun başına gelince yılan çıkmış oğlan anlatmış her şeyi
yılan da uyuya inmiş ve bir altın vererek bunu babana götür demiş oğlan da
için den söyle düşünmüş eğer ben bu yılanı öldürürsem kuyudaki bütün
altınları alır ve çok zengin olurum demiş ve yerden aldığı bir taşı yılana
fırlatmış taş yılanın kuyruğuna gelmiş ve can havliyle oğlanı ısırmış derken
epey zaman sonra oğlan zehirlenerek ölmüş adam iyileşmiş ve doğru yılanın
yanına gitmiş her şeyden haberi olan adam başlamış yılana anlatmaya işte
öyleydi böyleydi o cahildi falan
filan demeye ve demiş ki gel tekrar eskisi gibi dost olalım. yılan şöyle
cevap vermiş "yooooookkkkkk olmazzzzzzzzz bende bu kuyruk acısı sende de bu
evlat acısı varken biz artık dost olamayız"

 

 
 


[Sitene Ekle]

HABERLER
 
GÜNLÜK BURÇLAR
 
Günlük Burç
GOOGLE
 
Google
TV'DE BUGÜN
 
TV'de Bugün
 
Bugün 8 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol